Hisarcıklıoğlu: “2008 de Siyaset Ağırlıklı Olursa, Bu Yılı da Kaybederiz”
13.01.2008 - ANKARA, TOBB Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği Başkanı M. Rifat Hisarcıklıoğlu, Kanal 7 kanalında yayınlanan ve Mehmet Acet’in hazırlayıp sunduğu, Başkent Kulisi programına katılarak hükümetten beklentilerini anlattı ve gündeme ilişkin değerlendirmelerde bulundu.
Programda TOBB’un misyonu, faaliyetleri ve hedefleri hakkında bilgi veren TOBB Başkanı, “Türk iş âleminin sorunlarını iletebilmek, bunlara çözüm bulabilmek için geçen yıl içerisinde 179 defa hükümet, kamu kurum ve kuruluşları ile bir araya geldik. Yine geçen yıl baktığımız zaman 230 sefer yabancı heyetlerle görüştük. Bunların içerisinde devlet başkanları, cumhurbaşkanları, başbakanlar, bakanlar, o ülkeden gelen işadamı örgütleri var. Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği Yönetim Kurulu olarak Türkiye genelinde ve dünya arenasında 827 tane toplantı, genel kurul, kongre ve bu tip panellerde faaliyet gösterdik” dedi.
2007 yılında yurt içi yurt dışında yaklaşık 213.000 km yol kat ettiğini, yani bunun dünyanın çevresini 5 sefer dolaştığı anlamına geldiğini belirten TOBB Başkanı Hisarcıklıoğlu, “Toplamda 168 günü Ankara dışında geçirmişim. Peki, bu kadar aktif olmamızdaki sebep nedir diye baktığımız zaman; 1990’lara gitmek lazım. 1990’lar dünyadaki sistemin değişiminin başlangıç dönemi. Öyle bir milat olarak kabul ediliyor ki, dünya 1990 sonrasındaki bu 25 senede, bir yüzyıla eşdeğer bir değişim yaşadı. 1990’larda duvarlar yıkılmadan önce, dünya ticaret hacmi yaklaşık bir trilyon civarındaydı. 2006’ya baktığımız zaman tam on iki trilyon dolar olmuş. Dünya ticaretinin on altı, on yedi senede on iki misli büyüdüğü hiçbir evre yok” dedi.
BÜYÜME RAKAMLARI
“Dünya ekonomisine bakıyoruz; küresel dünya ticaret hacminde yaklaşık her yıl yüzde onluk bir büyüme var. Müthiş bir rakam bu. 1980’lerin başında ithalat ve ihracatımızın Gayri Safi Milli Hasıladaki payı yüzde 10’du. Yani Gayri Safi Milli Hasılamız oluşurken, bunun ancak yüzde 10’u ithalat ve ihracattan oluşuyordu. Bugün bu Gayri Safi Milli Hasılamızın yüzde 60’ına geldi. Türk iş âlemi olarak, küresel dünya hacminin artması ile beraber biz de buradan yeteri kadar pay almaya başladık. Bunu nerede görüyoruz? Bugün biz yaklaşık dünya ticaretinin yüzde birini yapar vaziyete geldik. Binde sekizlerden, yüzde birlere getirdik bunu. Dünyada ticaret hacmi bu kadar artarken bizim geride durmamız, işadamı örgütü olarak bunun arkasında kalmamız, mümkün değildir. Biz istiyoruz ki, Türkiye olarak dünya ticaretinden daha fazla pay alalım, ki ülkemiz daha mutlu, daha zengin, daha müreffeh olsun. O zaman da işadamı örgütü olarak, işadamlarının başkanı olarak bizim de aktif olmamız lazım.
Biz 1990’lar öncesinde hep Ankara’yı etkilemeye çalışırdık. Bütün merkez Ankara idi. Ankara’yı eğer etkilersek, Ankara ile gerekli temas sağlar veya Ankara’yı iyi takip ederseniz ticaretinizi şekillendirmeniz kolaydır. İçe kapalı bir ekonomi idik, ama bugün artan dünya ticaret hacmi öyle bir hale getirdi ki, Ankara’nın aldığı karar sadece sizi etkilemiyor. ABD Merkez Bankasının aldığı faiz kararı sizi direkt olarak etkiliyor. Bugün Türkiye küresel ticaretten etkilenmeye başladı. Hep beraber yaşıyoruz bunu. O zaman bizim sadece içeriye kapanarak yaşamamız mümkün değil. Dünyaya da açılıyor olmamız lazımdı. Maalesef 90’lı yıllarda biz dünyadaki bu küreselleşmenin getirmiş olduğu avantajların çok farkına varamadık. İçimize kapandık, iç meselelerimiz bizim çok yoğun gündemimizi alıyordu. Ama 2000’li yıllardan sonra, özellikle 2001 krizi sonrası, kriz dünya ticaretinden yeteri kadar pay alabilmemiz için aslında bizim için bir fırsat oldu.
Bu çerçevede etkin olmaya, dünyayı dolaşmaya, dünya ile ticaret yapmaya mecburuz. Eskiden ‘azıcık aşım ağrısız başım’ diye bir söz vardı. Bu söz gitti, hükmü bitti. Bizim şimdi ticaret hacmimizi ne kadar büyütürüz, ne kadar geliştiririz diye bakıyor olmamız lazım. Mesela Çin’le ilgili bir rakam vereyim, bugün Komünist Çin dediğimiz ülkeye yılda yaklaşık elli milyar dolar doğrudan yabancı yatırımcı sermaye geliyor. Bugün Çin’deki yabancı yatırımcı sermayenin miktarı yedi yüz milyar dolar olmuş. Bizim bunları kaçırabilmemiz mümkün değil. Bunun için de TOBB olarak yurt dışında etkin olmaya mecburuz. Etkinlik çerçevesinde artık bizim temsil edildiğimiz her kuruluşun içinde ve yönetimlerinde veya başkanlıklarında görev almaya başlıyoruz.
Türk iş âleminin Karar Alma Merkezlerinde etkin olması gerekir. Bu çerçevede Washington, Brüksel gibi karar alma merkezlerinde bizimde etkin olarak bulunmamız lazım. Orada gidişatı eğer iyi takip edemezsiniz, kendi üyelerinize ve ülkenize faydalı olamazsınız, geride kalırsınız. Bu çağın en önemli özelliklerinden biriside hızdır. Hıza ayak uydurabilmek. Bilgisayar, internet bunun önünü müthiş açtı. Bu çevrede dünyadaki oluşumları, değişmeleri iyi takip edemezseniz, siz ancak dünyadaki değişmeyi beş sene sonra yakalarsınız. Herkes sizi fersah fersah geçiyor. Öne almak gerekiyor. Beraberinde ve rolde almak gerekiyor. Eğer ülkemizin lehine karar alma merkezlerini etkilemek istiyorsanız sadece olan biteni izlemek değil, oralarda da etkin olarak rol almanız da lazım.”
ANKARA FORUMU (TÜRKİYE-FİLİSTİN-İSRAİL)
“Filistin - İsrail meselesini iki açıdan ele almak lazım. Bir tanesi, biz bu coğrafyada yaşıyoruz. Eğer coğrafyanızda huzur varsa, zenginlik oluyor. Huzur ticareti artırıyor, ticarette zenginliği artırıyor. Huzurun olmadığı yerde ticaret olmaz, ticaretin olmadığı yerde de zenginlik olmaz. Bu coğrafyadaki en önemli sorun ve dünyanın sorunu nedir dediğiniz zaman, Filistin - İsrail sorunudur. Filistin - İsrail sadece bölgemizin sorunu değil, dünyanın da sorunudur. Buna biz nasıl katkı sağlayabiliriz diye baktığınız zaman, bugüne kadar hep Filistin ve İsrail barış sürecinde yaklaşımlar siyasi olmuş. Biz acaba ekonomik olarak ne katkı sağlayabiliriz bu barış sürecine diye baktık.
Bunun da en güzel modeli Avrupa Birliği’nin kuruluşudur. 1945’lere baktığınız zaman geçmişinde Fransa ile Almanya tarihi bir düşmanlık içindelerdi ve iki tane dünya savaşı çıkartmış bu düşmanlık ve milyonlarca insanın ölümüne, milyonlarcasının evsiz kalmasına, ekonomilerin tahrip olmasına sebep olmuştu. Peki, bu siyasi düşmanlık, ülkelerin düşmanlığı nasıl yok olmuştu? 1956’da kömür ve çelik iş birlikteliği, yani iki ülkenin işadamları bir araya gelerek organizasyon kuruyorlar. Kömür ve çelik işbirliğinden bugün dünya projesi olan Avrupa Birliği projesi çıkıyor. Aynı modeli biz bu noktada uygulayabilir miyiz diye baktık. Filistin ve İsrail işadamı örgütleri tarihlerinde bir araya gelmemişler. 2005 yılında biz bu öneriyi götürdük. Dedik ki; bu süreçte sizinde bir rol almanız lazım. Tamam, siyaset bazen uzlaşıyor bazen uzlaşamıyorsunuz ama burada işadamları, işadamı örgütleri olarak rol almanız lazım dedim. Bu teklifi gerek İsrail Sanayiciler Birliğine, gerek Filistin Ticaret Sanayi Odasına götürdüğüm zaman biraz zorlanarak ‘evet’ dediler. Ben onların siyasi liderlerini de ziyaret ederek, bana bu süreçte destek olmalarını, kendi işadamlarını desteklemelerini rica ettim. Onların desteği ile beraber, tarihte ilk defa tarafları 2005 yılı Nisan ayında Ankara’da bir araya getirdik, adını da Ankara Forumu koyduk.”
İŞADAMLARI DÜNYANIN “SOFT-POWER” IDIR
“Bugün dünya arenasında rol alan ülkelere baktığınız zaman işadamları “soft-power” dediğimiz ekonomik güçleri ile o ülkelerde etkili olmaya, o ülkelerin karar alma merkezlerini etkilemeye çalışıyorlar. Bölgemizde, ekonomik anlamda müteşebbis gücümüzle ülkemizin gelişmesinde bir başarı hikâyesi yazmışız. Müthiş bir müteşebbis ruhumuz var. Bu çerçevede dedik ki, biz burada nasıl rol oynayabiliriz? Öncelikle İsrail ile Filistin’e zenginlik açısından baktığınız zaman, fert başına düşen gelir arasında müthiş bir uçurum var. Komşunuz aç ve yoksul iken, sizin mutlu olabilmeniz mümkün mü? Mümkün değil. İsrail mutlu değil, arada müthiş bir uçurum var, niye? İzole edilmiş bir ülke var. Ekonomik aktiviteleri yok. Ekonomik aktivite olmayınca, zaten zenginlik de olmuyor. Düşüncemiz şu oldu; Filistin’deki Filistinlilerin iş imkânına kavuşabilmesi gerekir. Bunun da en güzel örneğini Türkiye olarak biz yapıyoruz. Organize sanayi bölgeleri kurarak, Türk ekonomisinin ve Türk sanayinin güçlendirilmesine katkı sağlamışız.
Sayın Cumhurbaşkanımız, Türkiye’de iki cumhurbaşkanı ile bir araya geldiğinde, bu konudaki her türlü desteklerinin bizim projenin içinde olacağını ifade ettiler. Çünkü dünyadaki tek somut uygulanabilir proje, bu projedir. Bunu sadece ben söylemiyorum, Amerikalılar, Birleşmiş Milletler, Dünya Bankası, Japonlar ve Avrupa Birliği söylüyor.
Buradaki hadise şu; bir organize sanayi bölgesi oluşturularak, burada gerek Araplardan, gerek İsraillilerden, gerekse dünyadaki iş adamlarının kuracağı üretim tesisleri ile beraber on bin Filistinliyi iş imkânına kavuşturmak. Burada üretilen ürünlerde zaten bütün dünya şöyle bir karar almış; Filistin’deki üretilen ürüne sıfır gümrük, sıfır kota uygulanıyor ve herkes de öncelik tanıyor. Herkes barış istiyor aslında. Dünya barış istiyor. Ama böyle bir altyapı olmadığı için de, bugüne kadar burada bir üretim yapısı kurulamamış. Biz de bu çerçevede çalışmalarımızı sürdürüyoruz. Tabi zorluklarımız var. Kolay bir coğrafya değil. İki tane ana sorun var. Bir tanesi mal giriş ve çıkışlarına kolaylık sağlanması, engele uğramaması, insan giriş ve çıkışlarının kolaylaştırılması gerekir. Filistin topraklarındaki bu organize sanayi bölgesindeki tesislerin giriş ve çıkışlarında kolaylık sağlanmasının engellenmemesi. Bununla ilgili de arkadaşlarımız teknik çalışmayı yürütüyorlar, İnşallah başarıya ulaşacak diye düşünüyorum.”
2007 EKONOMİ DEĞERLENDİRMESİ
“2007 yılı başına girerken ben özellikle bütün Türkiye’yi ikaz ettim. Aman bu yıl iki tane seçim yaşayacağız. Bu iki seçimin bir tanesi cumhurbaşkanlığı seçimi, onbirinci cumhurbaşkanımızı seçeceğiz. Bunda dikkatli olmamız lazım. Cumhurbaşkanlığı seçimlerine baktığınız zaman, tahmin ediyorum iki tanesi hariç, birinci cumhurbaşkanlığı seçimi dâhil, ülkede hep sıkıntılarla seçmişiz biz cumhurbaşkanlarımızı. Bu yıl, siyaset ağırlıklı olacak. Herkesten rica ediyorum, siyasi meseleleri biraz öteleyelim, yoksa bu yılı da kaybederiz. Nasıl olsa bu yıl siyaset konuşulacak ama siyaset konuşmaya ne kadar geç başlarsak, o kadar ülkenin hayrına olur, eğer ekonomiyi konuşamazsak ekonomi açısından kayıp yıl olur dedik. Fakat maalesef bu yıl gördük ki bütün yılımızı siyaset aldı. İşte cumhurbaşkanlığı seçimi, ertelenmesi, genel seçimler, referandum, cumhurbaşkanlığı seçiminin devreye girmesi. Bir yıl içerisinde üç tane seçim yaşadık ki aslında bu yıl bizim siyaset yılımız oldu. Siyaset yılı olunca, maalesef ekonomik açıdan bizim için kayıp bir yıl oldu. Ülkemize, yetmiş iki milyona yazık oldu ki, 2002’den itibaren Türkiye hızla tarihinde yakalayamadığı bir büyüme perspektifini yakalamıştı.
Kabahat hepimizde, bunu sadece bir kuruma, siyasetçiye, şuna buna bağlamak yanlış. Ben siyaset konuşursam, kahvehanede siyaset konuşursak, işyerinde siyaset konuşursak, medyada siyaset konuşursak, siyasetçiler ekonomiyi bırakıp, ‘sen şöyle dedin, ben böyle dedim’ derse, bu kabahat hepimizin olur.
Bunu aslında kontrol ve yönetilebiliyor olmalıydık. Biz bunu yönetemedik. Toplumun kanaat önderlerinin, toplumda sözü dinlenen, geçerliliği olan kişilerin, işinin liderlerinin, hepimizin kabahati var. Eğer biz siyaseti daha yumuşak geçirebilseydik, o zaman bu yıl bizim için ekonomik açıdan kayıp bir yıl olmaz, daha kazançlı bir yıl olurdu.
Peki, şimdi sormak lazım kayıp yılı mıydı, kazanç yılı mıydı? Bunu da bir şeyle değerlendirmek lazım. Aslında ekonominin derecesini ölçen, ekonominin sağlıklı gidip gitmediğini ölçen en önemli rakam, büyüme rakamlarıdır. İnsanının vücudunun sağlıklı olup olmadığını neyle ölçüyorsunuz? İki şeyle; ya termometre veya tansiyonunu ölçerek. Ekonominin de en önemli göstergelerinden bir tanesi büyüme rakamları. Büyümeye baktığınız zaman, açıklanmadı ama yüzde 4’ler seviyesinde kalacak büyümemiz. Hedef yüzde 5’ti. Yüzde 5’i de biz kabullenmiyoruz, çünkü 2002 – 2006 arasındaki büyüme ortalamamız bizim yüzde 7.2 oldu. Bu da müthiş bir başarı hikâyesi idi.
Ekonomik açıdan, 2002 ile 2006 ortalamasını değerlendirirsek; 2002’den itibaren baktığınız zaman en düşük büyüme hızımız bu son çeyrekteydi, yüzde 1.5 oldu. Biz niye 7.5’u hedefe alıyoruz? Yıllardır Türkiye’deki bütün hükümetler programlarına yüzde 5, yüzde 5.5’luk büyüme koyarlar ve bizimde 1950–2001 arası büyüme ortalama hızımız yüzde 4.5 olmuş yani hedefin hep altında kalmışız. Peki, 7.5’luk hedefi niye koyduk? Büyüme demek zenginlik demek, eğer büyürseniz ekonomik zenginlik artıyor, fert başına düşen geliriniz artıyor. Biz bir simülasyon yaptık. Dedik ki; eğer Türkiye her yıl yüzde 7.5 büyürse, nüfus artış hızı ile beraber hesapladığımız zaman, 2019’da fert başına düşen gelirimiz yirmi bir bin dolar olur. Eğer klasik 4.5’luk büyüme ile devam edersek, 2019’da fert başına düşen gelirimiz on üç bin dolara geliyor. Yani 7.5’luk büyüme ile 4.5’luk büyümenin arasındaki fark 2019’da fert başına sekiz bin dolarlık gelir kaybı demektir. Böyle bir şeye biz razı olabilir miyiz?
Çıtayı yüksek tutmak lazım. Ülke olarak da yedi yüz milyar dolar Gayri Safi Milli Hasıla kaybımız var demektir. Peki, niye 7.5, niye 6.5 değil? 7.5 hedefini koymamızın sebebi şu; eğer biz 7.5 büyümeye devam edersek, Avrupa Birliği de klasik yüzde 2.5’luk büyümesine devam ederse, Avrupa Birliği fert ortalamasının, fert başına düşen gelirin yarısını ancak 2019’da yakalamış oluyoruz. 4.5’luk büyüme ile devam edersek, 2050’de ancak yarısına kavuşmuş olacağız. Bizim hedefimiz, dünyanın en zengin ilk on ülkesi arasına girmek. Türkiye’nin kendisine bir hedef koyması lazım. Yüzde 7.5’luk büyümenin altındaki büyüme başarısızlıktır denmesi lazım. Biz bu 7.5’luk büyümeyi yakalayabileceğimizi gösterdik mi? 2002 - 2006’da gösterdik. Eğer gösterdiysek, o zaman yüzde 5’lik, 5.5’luk büyümeyi değil, 7.5’luk büyümeyi hedeflememiz lazım ki, o zaman biz bizden daha ötede olan zengin ülkeleri yakalayabilelim.
Eğer yüzde 4.5’luk büyüme ile devam edersek, biz bu ilk on ekonomi arasına girmeyi epey ötelemiş oluruz. Hedefimiz nedir? Biz 1980’lerde dünyanın en büyük ilk otuz beş ekonomisi arasındaydık, şu anda geldiğimiz nokta ne? Dünyanın en büyük ilk onyedi ekonomisi arasına girdik, yani Türkiye’nin müthiş bir değişimi oldu, ama bunu hızlandırabilmenin yolu da, insanlarımızın zenginleşebilmesinin yolu da, büyüme rakamından geçiyor. Büyümeyi ele aldığımız zaman, 2007 maalesef başarısız oldu.
Bir başka açıdan daha başarısız olduk. Özellikle demokrasilerde ve Türkiye’de seçimin olduğu yıllarda bütçemizin dengelerini bozuyoruz. Israrla bütün siyasetçilerimizin, ekonomideki karar alıcılarımızın söylediği bir şey vardı; seçim yılı olsa da biz bütçedeki dengeleri bozmayacağız dediler. Fakat biz bozduk bunu. Geneli itibari ile bütçenin altına baktığınız zaman, hızla azalan bir bütçe açığımız vardı. Geçen yıl yaklaşık bir milyar YTL idi. 2006 yılı itibari ile bir milyar YTL açıkla kapattık ki, bundan da büyük memnuniyet duyuyorduk. Çünkü bütçe açığımız sıfır bütçe açığına doğru gidiyordu. 2007’de hedef de sıfır bütçe açığı idi. 2007’nin ilk on bir ayına baktığımız zaman, bütçe açığımız on milyar YTL’ye geldi. Bütçe açığı ne gerektiriyor? Peki, açık verdiğiniz zaman ne oluyor? Sonucuna baktığımız zaman, halkı ilgilendiren iki tane nokta oluyor. Bütçeniz açık verdiği zaman ya devletiniz gidiyor borçla karşılıyor bu açığı. Borçla kapattığı zaman finans piyasalarının etkisi altında kalıyorsunuz. IMF’nin, Dünya Bankasının etkisi altında kalıyorsunuz. Veyahut da bu açığı kapatabilmek için dönüyorsunuz halkınızdan vergi alıyorsunuz. Bu açıdan da baktığımız zaman 2007 başarısız oldu.”
2008’DEN BEKLENTİLER
“2008 de siyaset ağırlıklı olursa, yine kayıp bir yıl olması endişesini taşıyoruz. Risk alanı olarak gördüğümüz nokta burası, yani siyaset ağırlıklı değil, ekonomik ağırlıklı bir yıl olursa, bundan yetmiş iki milyon olarak hepimiz kazançlı çıkarız, ama siyaset ağırlıklı olursa burada kayıp yılımız olur. Aslında Mevlana’nın güzel bir sözü var biliyorsunuz: ‘Ne varsa düne ait dünde kaldı cancağızım, bugün yeni şeyler söylemek lazım’ diyor, dünyadaki bu hızlı değişimden dolayı dün ki söylediğiniz şeylerin hep dünde kalması lazım demiş.
Hepsi eskidi, yenisini söylemek lazım. Fakat bizim 2007’de yapamadığımız en önemli noktalardan bir tanesi mikro ekonomik reformlardır. Siyaset ağırlıklı olduğundan dolayı, önümüzdeki dönemde, 2008’de bu sürdürülebilir. Büyümemizi devam ettirebilmemiz, ekonomideki kazançlarımızı artırabilmemiz ve dünya rekabetinden daha fazla pay alabilmemiz için ekonomide yeni şeyleri yapıyor olmamız lazım. Ekonomideki en önemli dinamizmimiz olan özel sektörün rekabet gücünü diğer rakip ülkelere göre artırıyor olmamız lazım. Bunların önünde engellerimiz var. Şu anda uygulanan ve kurun gelmiş olduğu pozisyonu itibari ile maalesef sanayimizin ve hizmet sektörümüzün rekabet gücünde kaybımız oluyor.
Mesela 2003 ile 2007 arasını değerlendirdiğiniz zaman, Dolar-YTL farkında Türk Lirasının değer kazanması yüzde 25 dolayında olmuş. Yani Dolar 2003’te yaklaşık ortalama 1.60 YTL iken, bu 1.20’ye düşmüş. Şu anda 1.15’lere geldi. 2008’de bu yaklaşık yüzde 25 değer kaybı oldu ama buna karşılık bizim girdilerimize baktığınız zaman fiyatların genel düzeyindeki artışı yüzde 65 olmuş. Gelirimiz Dolar bazında azalırken, giderlerimiz Türkiye’deki ortalama fiyat artışı ile yüzde 65 fazla olmuş. Asgari ücrete bakıyoruz, yüzde 200 artmış, 2003 – 2007 devresinde. Dolar bazında artıyor. Dolar bazındaki artışın sebebi ise Dolar bazında ihracat yapıyorsunuz.
Öteki tarafta bakıyoruz enerjide yüzde 140 zam görmüşüz. Yani sanayinin girdileri ile fiyatlar artmış Dolar bazında, ama gelirimiz Dolarla olduğu için burada da değer kaybetmişiz. Bu neyi getirdi? Türkiye’deki ithalat ve ihracat, Gayri Safi Milli Hasılamızın yüzde 60’nı oluşturuyor ve bu bizi artık çok ilgilendiriyor. Sanayi mallarımızın ihracatının aramalı, sanayi malı ithalatı ile oranına baktığımız zaman, 2005’te yüz Dolarlık mal ihraç etmemiz için, altmış yedi Dolarlık sanayi ara malı ithal etmemiz lazımdı. Bu oran 2007’de yüzde 70’e geldi. Yani yüz Dolarlık mal ihraç etmemiz için, yetmiş dolarlık sanayi ara malı ithal ediyoruz. Bu neyi ifade ediyor? İçerideki sanayi ara malı imal eden sanayinin kapandığını gösteriyor. Bu açıdan tehlike var. Peki, ne yapmamız lazım, sanayinin rekabet gücünü artıran unsurlar almamız lazım. Bu da bizim İkinci Nesil Reform dediğimiz mikro ekonomik reform paketlerinin açılıyor olması lazım. Bunların yapılabilmesi için de önce bütçemizin sağlam olması lazım. Eğer bütçeniz sağlam değilse, bunları yapabilmemiz mümkün değil. Bu konuda somut olarak bugün beklediğimiz, özellikle Sayın Başbakanın açıkladığı paket aslında, bizim sorunlarımıza değinen ve sorunların çözümü için tespit edilmiş olan yol haritası.
Eylem Planını, eğer uygulanabilirse, olumlu buluyoruz. Sayın Başbakan, hükümetin eylem planı açıklamasında: “katılımcı bir anlayışı ile yeni bir Anayasa hazırlayacağız” diyor. Biz buna katılıyoruz. Çünkü Anayasa aslında bu işin anası, temeli. Eğer Anayasamızı biz değiştiremezsek, Anayasamızda Türk sanayinin de rekabet edilebilirliğinin önünü açamazsak, maalesef kaybederiz.”
İŞVEREN ÜZERİNDEKİ YÜKLER
“Bu nedir? İşveren üzerindeki SSK primlerinin bu yıl içinde düşürüleceği, indirim yapılacağıdır. Çünkü şu anda SSK primleri itibari ile OECD ülkeleri içerisinde istihdam üzerindeki vergi yüklerinde birinciyiz. Bir taraftan işsizliği azaltmayı isterken, öte yandan işadamımızı insan istihdam etmeye teşvik etmiyoruz. SSK primlerinde yüzde 42.3’le OECD birincisiyiz. Bunun beş puan indirileceği ifade edildi, ki bu beş puanlık yeterli mi derseniz. Bu aslında ilk başlangıç için yeterli, ama bunun süresinin uzaması bizim motivasyonumuzu bozuyor. Bunun biran önce devreye girmesi lazım. 30 Ocak’ta, yani bu ayın içerisinde devreye girmesini istiyoruz. Bizim sanayide rekabet gücünü elde edebilmemiz için istihdam üzerindeki vergi yüklerinin biran önce indirilmesi lazım. Bu Ocak ayında olursa, hiç olmazsa bu yıl bu avantajımızı rekabet üstünlüğü olarak kullanabilmemiz mümkün olabilir. Hükümet programında vardı, şimdi Eylem Planında da olduğuna göre, bu beklentiyi uzatmamak lazım. Bunun biran önce devreye girmesi lazım ki biz rekabet gücümüzü elde edelim.”
KAYITDIŞI EKONOMİ
“Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği olarak bizim öncelikli hedeflerimizden bir tanesi kayıt dışı ekonominin kayıt altına alınmasıdır. Beş puan düşse de, düşmese de, bizim kayıt altına giriyor olmamız lazım. Bu niye zorunludur? Eğer küresel ölçekte, yani dünya ölçeğinde şirketler çıkartacaksak, rekabet edeceksek, şirketlerimizi büyüteceksek, kayıt dışında kalarak şirketleri büyütebilmemiz mümkün değil. Niye mümkün değil? Çünkü kayıt dışı çalışıyorsanız, şirketinizin kasası ile sizin cebiniz, aynı kasa haline geliyor.
Bugün ekonominin yüzde ellisi kayıt dışı. Bunu bütün resmi söylemlerde de görüyoruz. Niye kayıt dışı çalıştırır insan? Bir de onu sorgulayalım bakalım. Ekonomide bir teori var; Vergi oranlarını artırdığınız zaman, kayıt dışı da buna paralel artar. Bu bütün dünya ülkelerinde de geçerlidir. Sizin kayıt altına girmeyi teşvik ediyor olmanız lazım. İşte 2008’de beklentilerimizin başında da bu var zaten. Eylem planında bu açıklanmış, diyor ki; “kayıt dışının kayıt altına alınması teşvik edilecek”, yani siz insanları kayıt altına girmeye teşvik edeceksiniz, eğer teşvik etmezseniz kayıt dışı ekonomi de artar. Kayıt dışı ekonomi arttığı sürece de, bu sefer rekabet gücümüzü kaybederiz. Bugün bakıyorsunuz dünyanın ilk yüz büyük şirketi içinde bir tane Türk şirketi yok. Bunun içinde bir tane Yunan şirketi var. Dünyanın en büyük 17. ekonomisiyiz diyoruz, ama ilk 100’ün içerisinde bir tane Türk şirketi yok.
Şartları hazırladığınız zaman kayıt altına giriliyor. Bunun en somut göstergesi nedir? Geçen yıl kurumlar vergisinde 10 puan indirim oldu. 10 puan indirime karşılık, kurumlar vergisinde yüzde 25 artış oldu. Kayıt altına girme desteklenmiş oluyor. Ödenebilir hale getirmemiz gerekir. Yani kaçırmanın cazip olmaktan çıkartılması lazım. Kaçırmayı cazip olmaktan çıkarttığınız zaman, insan yapısı olarak, hemen kayıt altına giriyor.”
ANAYASA
“Hükümetin açıkladığı Eylem Planının bir an önce takvimlendirilmesi gerekir. Bunun başlangıcı Anayasa. Anayasa’yı 1981’lerde çıkarttığımız zamanki ekonomik kalkınma modeliyle, 2007’deki ekonomik kalkınma modelinin değiştiğini görüyoruz. 1981’in şartlarına göre uygun bir Anayasa yapmışız, o günkü şartlarda modern bir Anayasa olabilir bu, ama 2007’ye uymuyor. Yani bu elbisenin içine girmek mümkün değil. Niye mümkün değil? Biz zaten 1981 – 2007 arasında 170 küsur maddelik Anayasanın 57 maddesini değiştirmişiz. Anayasa sistematiğini de kaybetmiş. Yamalı bohça olmuş. Bu Anayasa 1981’de çıktığı zaman, dünyada kabul edilebilir, gelişmek için kullanılan ekonomideki model şuydu: kamu - özel sektör beraber kalkınma modeli vardı. Ama 1990’lardan sonra, 1991’de duvarların yıkılmasıyla beraber artık kalkınma özel sektöre geldi. Bakıyorsunuz bizim Anayasamızın içinde kooperatifçiliği geliştirmek var.
Yeni bir Anayasanın ortaya çıkartılması lazım. Bu da Türk sanayinin, Türk özel sektörünün rekabet edilebilirliğinin önünü açması lazım. Hukuk, yargı ve mevzuat reformuna ihtiyacımız var. Hukuk reformuna niye ihtiyacımız var? Bugün Dünya Bankası’nın yapmış olduğu bir araştırma: Türkiye’de en haklı davanızın bitme süresi 2,5 sene sürüyor. Yüzde 100 haklısınız, hakkınız tescil edilecek, 2,5 sene sürdüğü için de bizatihi kendisi zaten haksızlığı doğuruyor. Kamu yönetimi çok önemli. Çünkü kaynaklarımızın hem karar verme mercii, hem de harcandığı yer kamu yönetimi. Kamu yönetiminin şeffaflığı, hesap verilebilirliği ve kalitesi bu açıdan önemli. Kamu personel reformu önemli başlık. Türkiye’nin ekonomisinin güçlendirilmesi için Sosyal Güvenlik Reformu çok önemli, ki 25 milyar dolar bütçemize ilave açık getiriyor, yük getiriyor. Yani bu Türkiye’nin borçlanmasının, vergilerin bu kadar yüksek olmasının altındaki yatan nedenlerden bir tanesi budur. İstihdam piyasasının, istihdam dostu insanları çalışmaya teşvik ediyor olması lazım. Çalışma mevzuatının muhakkak insanların çalıştırılabilir hale getirilmesi lazım, teşvik etmesi lazım. Bugün çalışma mevzuatı, çalıştırmama mevzuatı olarak çalışıyor. Yani insanların istihdam edilmesinin önündeki en büyük engellerden bir tanesi bu. Genç ve dinamik bir nüfusumuz var diyoruz, genç nüfusumuzla övünüyoruz, fakat bunları iyi eğitmek çok önemli, eğitim reformuna ihtiyacımız var. Vergi sisteminin yenilenmesine, alt yapı sektörlerinin özellikle enerji ve telekom sektörlerinin rekabete açılması önemli. Yeni bir Türk Ticaret Kanuna ihtiyaç var. Çünkü mevcut Türk Ticaret Kanunu, 1930 model araba gibi kaldı. Biz 2007’deyiz, bugün e-ticaret girmiş devreye; bunların önünün açılması lazım. Yatırım teşvik sisteminin önünün açılması lazım, bununla ilgili reformlara ve özellikle stratejilere ihtiyacımız var. Nerede? Sanayide, tarımda, turizmde, bankacılık sektörlerinde yeni stratejilere ihtiyacımız var, dünyayı kapsayacak şekilde. Bunlar Eylem Planının içerisinde var, ama bunların hızla uygulanması önemli. Bunların da başı Anayasadan geçiyor.
Anayasanın değişmesinin önemli bir sebebi de, mesela bizim Anayasamız ‘kooperatifçiliği geliştirmek’ yükümlülüğü getiriyor. Eğer Hükümetler, 1981–2007 arasında kooperatifçiliği geliştirmeyle ilgili uygun adım atmadıysa, hepsi Anayasa suçu işlemiş oluyor. Kooperatifçiliği geliştirmek, ana hükümlerden bir tanesi. Yine ana hükümlerden bir tanesi, Sosyal Güvenlik Reform Yasa Tasarısı Meclisten geçen yıl geçti, ancak Anayasa Mahkememiz iptal etti. Ben, Anayasa Mahkememiz bunu iptal edene kadar Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının eşit olduğuna inanıyordum; çünkü Anayasamız diyordu ki: 72 milyon vatandaş devletin nezdinde eşittir. Biz de öyle biliyoruz. Ama niye iptal etti diye baktığın zaman gerekçesine, diyor ki Anayasa Mahkemesi: sen SSK’lı ve Bağ-Kur’luyla ilgili her türlü düzenlemeyi yapabilirsin, ama Emekli Sandığıyla ilgili düzenlemeyi yapamazsın. Onu ayrı yapmak durumundasın. Yani, Emekli Sandığına bağlı çalışanlarla ilgili düzenlemeyi ayrı yapmak durumundasın diyor. Peki, hani eşittik, hani herkes aynı eşit primi ödediği zaman, aynı sağlık hizmetini, aynı emekli maaşını almak konumundaydı?
Ve bakıyorsunuz özelleştirmenin önünde engel var, sistem engeli; kamu menfaati dediği zaman, özelleştirme yapamıyorsunuz, özelleştirme yapamadığınız zaman, kamu, daha doğrusu devlet, piyasanın içerisinde oyuncu olarak kalıyor. İyi de bu Anayasada bizim en önemli beklentimiz şuydu; bir futbol maçı oynuyoruz biz, maçın yarısında devlet istediği şekilde kuralları değiştiriyor. Yatırım yapmak için borçlanıyorsunuz, kaynak ayırıyorsunuz, bir plan yapıyorsunuz. Ben bu işe para şu kadar yatırırsam, 5 sene içerisinde yatırdığım parayı geri alabilirim diyorsunuz.
Anayasa demek, 72 milyonun mutabakatı demektir. Bu işin referandumla kabul edilmesi gayet doğal; çünkü 72 milyon bu işin içinde. Ben, bu yasaya göre yönetilmek istiyorum diye karar verecek. Ama bunun hazırlanma sürecinde katılımcılık çok önemli. Eğer katılımcılığa dikkat edilmezse o zaman, işte 2008’de iyi mi kötü mü olacak sorusunun en önemli cevabı buradan çıkar. Yeni Anayasamızı eğer katılımcılıkla hazırlayamazsak, hazırlatamazsak o zaman maalesef siyasetin gerginliğinin, tansiyonun yüksek olduğu bir yıl olur, o zaman 2008’i de kaybederiz.
Biz, üzerimize düşen bir görevi ele aldık. 7 tane sivil toplum ve meslek örgütü olarak, Türkiye’deki tüm sivil toplum ve meslek örgütlerine bir çağrıda bulunduk. Anayasa hepimizin Anayasası olduğuna göre, hepimizi doğrudan ilgilendirdiğine göre, herkesin bu işe katkıda bulunması lazım, dedik. Yaklaşık 83 tane sivil toplum ve meslek örgütünden bu çağrımıza cevap geldi. Bizim aslında yapmak istediğimiz yeni bir Anayasayı hazırlamak değil, Anayasanın temel ilkeleri neler olması lazım, bunun prensipleri nelerdir? Bunları ortaya koyuyoruz ve ortak akıl çalışması yapıyoruz. Bizim muhatabımız da TBMM Başkanı. Zaten TBMM Başkanına 1. Çalıştayın sonucunu götürdük, teslim ettik. Biz aslında TOBB olarak, 2001 yılında Türkiye’nin yeni bir Anayasaya ihtiyacını öngörerek bir çalışma yaptırmış ve bunu da kamuoyuna tartışmaya sunmuştuk. Ama buradaki hedefimiz, toplumun tüm kesimlerinin katıldığı bir tartışma platformuyla, ortak aklın oluşturulması ve siyasi erkin de, Parlamentonun da yeni bir Anayasayı hazırlarken, hangi noktalara dikkat etmesi gerektiğini ortaya koymaktır. Burada en önemli noktayı söylemek istiyorum. 83 sivil toplum ve meslek örgütünün ortak olarak ortaya koyduğu bir şey var; mevcut Anayasamızın ilk 3 ana temel maddesinin de, bizim ana ilkemiz olduğunu tespit ettik. Diğerlerinde tartışmalar var; ama tartışmadığımız ilk 3 ana maddedir.
Katılımcılığa dikkat edilirse, katılımcılık önem arz ederse ve katılımcılıktan gelen sonuçlar değerlendirmeye alınırsa, Anayasa hazırlığı kriz olmaktan çıkar. Tabi bunlar ayrı ayrı yürüyor, herkes ayrı ayrı götürüyor. AK Partinin çalışmaları hangi safhada, bunu bilmiyorum. Ama biz, Türkiye’deki sivil toplum ve meslek örgütleri olarak dedik ki bu sürece bizim katkı sağlamamız lazım, bu bir gerginlik alanı olmaması lazım. Onun için de devreye girdik. Bu çağrımıza da Hükümet, Sayın Cemil Çiçek’in katılımıyla beraber olumlu cevap verdi. Sayın Çiçek bizim toplantımıza katılarak, sizin çalışmanızın sonuçlarını bekleyeceğiz dedi.
Bu önemli ve biz de birinci Çalıştayın sonucunu TBMM Başkanına teslim ettik, ama bu süreç devam edecek. Bunun hızla yapılmaması lazım. Toplumun tartışması lazım, bu tartışmadan da iyi sonucu almamız lazım. Aceleye ihtiyaç var, ama iyi tartışmaya da ihtiyaç var.
Bizim çalışmalarımızla ilgili olarak 83 sivil toplum ve meslek örgütü adına bu süreç içerisinde sizin televizyonuz vasıtasıyla yine çağrıda bulunayım; katkı sağlamak isteyen herkese bu platform açıktır. Bu platform birisinin liderliğinde gitmiyor, hepimizin liderliğinde gidiyor. Yani bu TOBB’nin liderliğinde gitmiyor, Türk-İş’in liderliğinde gitmiyor, Türkiye Ziraat Odalar Birliğinin liderliğinde gitmiyor, hepimizin liderliğinde gidiyor. 83 sivil toplum ve meslek örgütünün liderliğinde gidiyor. O zaman buna katkı sağlamak isteyen herkese bu platform açıktır.”
LEASING’TEKİ KDV ARTIŞI
Leasingde yapılan KDV artışına neden tepki gösterdiği sorulan TOBB Başkanı şunları söyledi:
“Birinci sebebi şu: biz akşam yatıp sabah kalktığımız zaman, bir anda kuralın değişeceği sürpriziyle karşılaşmak istemiyoruz. Çünkü ekonomide öngörülebilirlik çok önemlidir. Yani, yarın ne olacak, bir sene sonra ne olacak? Bugün bakıyorsunuz yabancı yatırımcı satın almalarla geliyor. 20 milyar dolarlık bir başarı hikâyesi yazdık. Geliyor ama yatırım anlamıyla gelmiyor, ben temas ettiğim zaman soruyorum, niye gelmiyorsunuz diye. Ben şimdi yatırıma başlayacağım, yatırım 1,5 sene sürecek, yatırım planlaması yapacağım, geri dönüş hesabını yapacağım, fakat ben yatırımlara devam ederken, bir bakıyorum sizde vergiler değişiyor, ben borçlanıyorum, borcum var, borcumun geri dönüşünü hesaplamışım, bir anda kural değiştiği için bütün yatırım planlarımı değiştirmek durumunda kalıyorum, diyor.
Karar alma süreçlerinde katılımcılık çok önemli. Benim anladığım kadarıyla bu konuda Hükümet içinde de gerektiği kadar tartışma yapılmamış. Buradaki itirazımızın en birinci sebebi bu. İkincisi, bir anda yüzde 18’e çıkardığınız zaman, geçmişte bir makineyi kiralamayla (leasingle) satın almış bir firmaya getirmiş olduğunuz yükü düşünebiliyor musunuz? Adamları batırabilecek bir noktaya getirebiliyor ve bir de şu var: eğer siz yatırımı teşvik edecekseniz, burada yatırım anlamıyla leasingde kullanılan yatırım makinelerinin üzerindeki vergiyi yüzde 1’de tutabilirsiniz, ama yanlış kullanılan yerler varsa, orayı değiştirebilirsiniz. Tamamını cezalandırmak yanlıştır. Yatırımı teşvik etmektir bu aslında. Geçen yıl yaklaşık 5 milyar dolarlık leasing üzerinden araç ekipman kiralandı. Tabi hepsini kapsıyor ama Sayın Bakan’ın son açıklamasında bununla ilgili düzenlemenin düzeltileceğiyle ilgili ifadesini okuduk. Yapmış olduğum temaslarda, Sayın Bakanımız bununla ilgili düzeltmeyi yapacağını ifade etti. Bu bizim açıdan umut verici. Düzeltme iki noktada.
Temelde şöyle itirazımız var; yatırım anlamıyla yapılan leasingde yüzde 1’de kalması lazım. Bu bir teşvik mekanizması. Bir de en sıkıntılı olduğumuz devrede, büyümenin düştüğü noktada, siz yatırım yapana diyorsunuz ki, seni cezalandırıyorum, yüzde 18’e çıkartıyorum.”
İŞ DÜNYASININ BEKLENTİLERİ
Üyelerinizden gelen ortak dilekler, talepler, şikâyetler nedir, para dönüyor mu piyasada, insanların işleri yolunda mı sorusuna TOBB Başkanı şöyle yanıt verdi:
“Bunun aslında ölçülebilirliği nedir? Bir şeyle ölçmek lazım. Şimdi herkes kendisine göre, iş iyiydi, kötüydü diyebilir. Bunu ölçebilecek aslında mekanizmamız var bizim. Hepimizin bakması gereken yer; Merkez Bankası protesto edilen senetlerin tutarını her ay yayınlıyor, bir önceki yılla bu yılın arasındaki rakamları mukayese edebilmek için bize veriyor. Protesto olan senetleri bu yıl itibariyle, geçen yılla mukayese ettiğim zaman, yüzde 44 artmış. Keşke Merkez Bankamız çeklerdeki tutarları da verebilse de, daha sağlıklı ölçebilsek.
Şöyle bakalım, ekonomi küçüldüyse, daha doğrusu büyüme oranı yüzde 4’te kaldı ise, ekonomi 2007’de iyiydi diyebilir miyiz? Diyebilme şansımız yok. O zaman ne yapmamız lazım, işin iyi olabilmesi için ekonomiyi büyütüyor olmamız lazım. Merkez Bankasının protesto olan senetlerine baktığımız zaman, bir önceki yılla mukayese ettiğimizde tam yüzde 44 artmış bu oran. Peki, bu yüzde 44 az mı çok mu? Bir şeyle mukayese etmek lazım, büyüme artı enflasyonu üst üste koyduğunuz zaman yüzde on iki yapıyor, neredeyse büyüme artı enflasyonun tam üç misli üstünde protesto olan senetlerdeki artış.
2002 ile veya 2001 ile veya 2000 ile aynı mıyız? Aynı değiliz ki, bu rakamlara bakmamız lazım, yüz seksen milyar dolarlık Gayri Safi Milli Hasıladan, beş yüz milyar dolara geldik, yani ekonomi aynı kaldı, küçüldü demek haksızlık olur, ama daha iyi olabilmesi için neler yapılması gerekir onu söylüyorum.
Gelir arasındaki adaletli dağılım çok önemli, yani üst grupla alt grup arasında adaletli dağılımı sağlayabilmek için ikisinin birbirine yaklaşıyor olması lazım. Orta sınıfın daha güçleniyor olması lazım, bunların olabilmesi için de ticaretin, alışverişin artması lazım.”
TOBB VE DİĞER SİVİL TOPLUM KURULUŞLARI
“TÜSİAD ile aranızda bir rekabet var mı?”sorusuna ise Hisarcıklıoğlu:
“Hayır, öyle bir rekabetimiz, kavgamız olamaz, söz konusu bile değildir. Yani bugün TÜSİAD’ın üyeleri de, bütün işadamı örgütlerinin üyeleri de TOBB’nin üyesidir. Türkiye’deki büyük sermaye, orta sermaye, küçük sermaye, hepsi bizim üyemizdir ve aslında bunlar ülkemizin de kazanımlarıdır. Büyük sermaye dediğiniz bu ülkenin kazanımıdır, ben biraz önce örnek verdim; dünyanın ilk yüz büyük şirketi arasında bir Türk şirketi yok, diye. Bizim bir şirketimiz bugün ilk yüz büyük şirket arasında olsa gurur duymaz mıyız? Bugün Ülker Godiva’yı satın aldı, ülkenin yetmiş iki milyonu bundan memnun olmadı mı? Koç Grubu gitti Grundig’i satın aldı, Grundig bir marka idi, bu markayı satın almasından bütün Türkiye gurur duymadı mı?
Yani burada işadamı örgütlerini, derneklerini, katılımcı demokrasi anlayışı çerçevesinde bütün iş âlemini kapsayan bir TOBB var. Bütün gelişmiş ülkelerde işadamı dernekleri de var, ama bu işadamı derneklerinin farklı söylemi aslında gayet normaldir, doğaldır, çünkü bir araya gelmiş bir grubun farklı söylemi de gayet doğaldır, bunu da öyle algılamak lazım.
Anayasadan almış olduğumuz bir görevimiz var. Anayasanın 135. Maddesi beni kurarken diyor ki, benim dayandığım yer de orasıdır: “üyelerinin hak, hukuk, menfaatini korumakla yükümlüsün.” Benim işim üyelerimin hak, hukuk, menfaatini korumak, bunu da birbirleri ile çatışmadan korumak. Benim görev alanım aslında Türkiye için de en önemli görevdir, eğer biz ileri gidersek, Türkiye ileri gidecektir. Demokrasinin olduğu yerde herkesin görüşünü söylemesi kadar doğal bir şey olamaz” şeklinde cevap verdi.
HİSARCIKLIOĞLU’NUN SİYASETE BAKIŞI
Siyasete girip girmeyeceği sorulan TOBB Başkanı Hisarcıklıoğlu, “Ben 2009’a kadar Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği Başkanıyım. 2009 sonrası bir dönem daha başkanlık yapma hakkım var. Kanuna biz koydurduk; kimse iki dönemden fazla başkanlık yapamıyor. TOBB Başkanı iken siyaset yapmak doğru değil. 2009’da daha aday olup olmayacağım da belli değil. Bu görevde iken siyaset yapmak, etik değildir. Aslında ekonomi siyaseti yapıyorum ben, ekonomi siyasetini yaparken de başka bir alanı düşünmek doğru değil. Çünkü eğer bu görevi yapabiliyorsam, Türkiye’nin zenginleşmesine katkı sağlayabiliyorsam, en önemli hayırlı işi yapmış oluyorum zaten.
Ben işadamıyım, yani işadamı olduğum için TOBB Başkanı oldum. Benim işim var, gücüm var. Ondan sonraki şartlar neyi getirir, neyi götürür onu bilmem mümkün değil, ama benim şu andaki hedefim iyi bir TOBB Başkanlığı yaparak, Türk ekonomisinin önünü açmak, rekabet gücünü artırmak, dünyada söz sahibi yapmak. 2002’de hedefi şöyle koymuştuk; Türkiye’yi dünyanın ilk on büyük ekonomisi arasına sokmak. Bunu da yapacak olan Türk özel sektörüdür” dedi.
CUMHURBAŞKANI İLE İLİŞKİLER
“Cumhurbaşkanını nasıl buluyorsunuz?” sorusunu ise Hisarcıklıoğlu şöyle yanıtladı:
Bütün gelişmiş ülkeler kendi ülkelerinin siyasetlerinin merkezine ekonomiyi koymuş durumda. Düşünebiliyor musunuz bugün bir ABD Ticaret Ataşesi veya Adana’daki Konsolosu Kahramanmaraş’a pamuk satmaya gidiyorsa, bizim Cumhurbaşkanımızın işadamlarını alıp dış gezilerine götürmesi kadar doğal bir şey olamaz. Bütün dünya ülkelerinin cumhurbaşkanları, başbakanları aynı şeyi yapıyor, bunu yapanı garipsemek değil, yapmayanı garipsemek lazım ve bu çerçevede önümüzdeki dönemde eğer dünya ekonomisinde söz sahibi olacaksak. Yurt dışına mal satamazsanız zaten söz sahibi olamıyorsunuz. Biraz önce rakamı verdim programın başında, ekonomimizde ithalat ve ihracat, Gayri Safi Milli Hasılamızın yüzde 60’na gelmiş. Bütün ülkelerin cumhurbaşkanları, başbakanları, bakanları, bürokratları, kamu görevlileri, herkes işadamlarını öne itekliyor.
Sayın Cumhurbaşkanının da yaptığı bu, bunu iyi mi oluyor kötü mü oluyor, diye araştırmak yerine, tam tersine eksik nedir, daha iyisi nasıl yapılır, diye bakmak lazım. Biz bunu defalarca Sayın Sezer’e ilettik. İki sefer oldu, bunun dışındaki toplantılarda olmadı, ama o aradaki açığı da Sayın Başbakan kapattı biliyorsunuz.
Bizim TOBB olarak misyonumuz, tabanıma da bu sözü vermiştim, hiçbir siyasi partinin arka bahçesi olmamaktır. Söz vermiştim, buna dikkat ediyorum. Özellikle sorunların çözüm yeri hükümettir. Hükümetle temaslarımız daha fazla oluyor, ama Anamuhalefet Partisi ile olsun, iktidar partisi ile olsun, ilişkilerimizde bir sorun yoktur. Biz sorun çıkartmak için değil, sorunları çözmek için varız.”